Bisiklet tarihi itibariyle en köklü kültüre sahip sporlardan biri. En çok okunan yol bisikleti dergilerinden ProCycling’in başlık altı sloganı ne biliyor musunuz? Inside the world’s toughest sport. Gerçekten de uzun yol bisiklet sporu, dünyanın en zor sporu olabilir. 1903 yılında L’Auto dergisinde yazan Henri Desgrange rakip gazete Le Velo’ya karşı bisiklet turuyla bir avantaj sağlamak istiyordu ve bisiklet turunu anbean takip edip, her detayı gazetesinde aktarınca satışları patladı. Böylece turun Le Tour de France ismi ile bilinmesi Desgrange sayesinde olmuş ve dolaylı yoldan tura ismini vermişti.

Le Tour’un yıldan yıla artan popülaritesi, yayıncı kuruluşların ve pazarlama anlayışının da etkisi ile oldukça büyük kitlelere ulaşmış durumda. 190 ülkede yayınlanan, her yıl yaklaşık 12 milyon kişinin yerinde ve 3,5 milyarı aşkın insanın televizyon veya internetten takip ettiği Tour de France, bugün en prestijli bisiklet sporu etkinliği konumunda. Fransa Turu firması ASO televizyon yayın haklarından her yıl $220 milyon civarında bir gelir elde etmekte. Fakat, ASO’nun yarışan takımlara, örneğin bir Şampiyonlar Ligi ya da Formula 1’in aksine TV gelirlerinden pay vermemesi ise, takımlar açısından değerlendirildiğinde, sponsorluk anlaşmalarının, spor üzerindeki etkisinin ne denli önemli olduğu çok net bir şekilde görülebilmektedir. Öyle ki, çoğu takımın ismi, takıma sponsor olan şirketin veya şirketlerin isimlerini taşımaktadır. Bu düzen direkt olarak takıma para akışı sağlayan şirketlerin istedikleri gibi at koşturmalarına, bisiklette söz sahibi olup, kültüre, tarihe ve sporun etiğine etnosentrik bir kimlik kazandırmaktadır. Dışarıdan bakıldığında son derece elit ve kendine has bir kültüre sahip olan bu spor, tarihe damgasını vurmuş birçok doping vakasıyla, hiç de göründüğü kadar masum bir spor değil aslında.
Doping kelimesinin kökeninin Afrika yerli dillerinden Flemenkçe’ye geçen “dop” sözcüğünden geldiği düşünülüyor. “Dop” Zulu savaşçılarının savaşta cesaret arttırmak için aldıkları üzüm kabuğundan yapılan alkollü bir içeceğe verilen isim esasında. İngilizce “dope” kelimesi, uyuşturucu, ilaç, ilaç uygulaması anlamında kullanılmakta. 20.yüzyıl başlarında at yarışlarında yasadışı ilaç kullanımının yaygınlaşması üzerine sıkça kullanılan bu kelime günümüzde de aynı kullanım şekli ile kullanılmaya devam edilmekte.
Performans arttırma amaçlı çeşitli maddelerden yararlanmanın başlangıcı neredeyse sportif mücadele kadar eskidir. Antik Yunan sporcularının kuvvetlenmek için özel karışımlar ve diyetler kullandıkları bilinmektedir. 19.yüzyılda bisikletçiler dayanıklılıklarını arttırmak için sıklıkla striknin, kafein, kokain ve alkol kullanmışlardır. 1920’lerden itibaren ise sporda bu tür ilaçların kullanımına karşı çalışmalar gündeme gelmiş, İkinci Dünya Savaşı’nda ve sonrasında amfetaminler yaygın olarak kullanılmıştır. Müsabaka sırasında amfetamine bağlı olduğu bilinen ölümler kamuoyunun dikkatini bu konuya yöneltmiş, sonraki yıllarda hormon öncülü ya da türevi maddelerin özellikle anabolik steroidlerin kullanımları yaygınlaşmıştır. 1970’lerde popüler olmaya başlayan ve hala yaygın bir şekilde tercih edilen kan dopingi ise olayın farklı bir yönünü göstermesi açısından önemlidir.
Aslında doping taramasının başladığı 1968 yılından itibaren yeterince caydırıcı sebeplerle cezai işlem uygulanmaması ve kontrollerin sağlıklı bir şekilde yürütülmemesinin sebeplerini de göz ardı etmemek gerekir. Aşırı dozda amfetamin, nikotin türevi ronicol, kansızlığa karşı tedavi ilacı olarak kullanılan eritropoetin (EPO) ve uyarıcı birçok kimyasal ile kandaki oksijen dolaşımını hızlandırarak dayanıklılığını arttıran, birçok bisikletçinin ölümüyle sonuçlanan sayısız vakaya rastlayabileceğimiz geçmiş, spor tarihi adına utanç verici skandallarla dolu. Tedavi aşamasında kullanılan ilaçların üretildiği firmaların sahipleri arasında dönen kara para alışverişi nedeniyle hiçbir sivil toplum kuruluşu, topluluk ya da lider bu gidişata dur demeyi göze alamamakta. Bu ve benzer sebeplerden ötürü bisiklet, tarihi boyunca belki de hiçbir zaman temiz bir spor olarak anılmadı. Fransız bisikletçi Jean Mallejac’tan, İngiliz bisikletçi Tom Simpson’a kadar birçok sporcunun ölümüne neden olan doping kullanımı, 1800’lü yılların sonları ve 1900’lü yılların başlarında bile bisikletçilerin ölümlerine sebebiyet veriyordu. Doping ile ilgili belki de en sansasyonel hikâyelerden biri de 7 Tour de France sahibi Amerikalı bisikletçi Lance Armstrong’a ait.

2005 yılında hakkında doping iddiaları bulunan Lance Armstrong testlerden geçmeyi başarmış ve 2006 yılında aklanmıştı. Fakat Armstrong bisiklete 8. Tour de France zaferini elde etmek için geri dönmüş ve aslında tüm bu sürecin başlangıcı da bu geri dönüş sonrası ortaya çıkmıştı. Eğer emekli olmayı seçmiş olsaydı belki de hiçbir zaman yakalanamayacak ve ceza almayacaktı. 2012 yılında USADA’nin açtığı soruşturma sonrası gelişen mahkeme süreci basından gelen sorular ve baskıya daha fazla direnemeyerek 2013’te ünlü talk show sunucusu Oprah Winfrey ile yaptığı 2.5 saatlik röportajda tüm kariyeri boyunca doping kullanarak yarıştığını itiraf etmiş ve bisiklet sporu üzerinde dolaşan kara bulutların artarak günümüze kadar uzanmasının en gerçekdışı adımlarını atmıştı. Halbuki 1999 yılında henüz 25 yaşındayken kansere yakalanan ve verdiği sağlık mücadelesiyle o dönem “son efsane” olarak adlandırılan Armstrong’un kanserle mücadelesini kazanıp 2009 yılında bisiklete geri dönmesi ve sonrasında kazandığı tarihi başarılarla tüm dünyanın saygı duyduğu, sevdiği bir sembol haline dönüşen örnek bir sporcunun, bu itirafı, tüm dünyayı derinden sarsmış, bisiklet sporunun güvenilirliği ve şeffaflığı üzerine gölge düşürmüş, birden tüm gözler UCI, USADA ve WADA’ya çevrilmişti. USADA Armstrong’un 2009 yılında dönüşünden önceki tüm şampiyonlukların silinmesine ve spordan ömür boyu men edilmesine karar vermişti. Aslında bu sürecin çok daha öncesinde yaşananlarla, kamuoyu ve bisiklet sporunu yakından takip edenler, doping meselesinin derinliğini, perde arkasındaki aktörleri ve sporun içinde dolaşan karanlığı gözler önüne sermişti.

Her şey ilk olarak 1998 yılının Tour de France’ı ile başladı. Tour de Dopage olarak da adlandırılan bu tur, Festina skandalı, protestolar, çeşitli gösteriler, tutuklanmalar ve mahkeme süreçleriyle birlikte, tur tarihine ve bisiklet sporuna, adını kara harflerle yazdırmıştır. Fransız takımı Festina’nın masörü Willy Voet’in Fransa-Belçika sınırında arabasının bagajında doping içeren ilaçlarla yakalanmasıyla ortaya çıkan olay sonrası, polis ve kolluk kuvvetleri, baskınları sırasında TVM takımının da yerlerinde ilaçlar buldu. Bu olaylara tepki mahiyetinde bisikletçiler oturma eylemleri ve çeşitli gösterilerle yaşanan süreci protesto ettiler. Ardından İspanyol takımları, Once takımını yöneten Fransız Ulusal şampiyonu Laurent Jalabert’in de zorlamasıyla tüm sporcularını yarıştan çektiler. Akabinde Festina takımının müdürü Bruno Roussel ile takım doktoru Eric Rijckaert hakkında araştırma başlatıldı. Roussel’in avukatı aracılığıyla, organize bir doping kullanımının olduğu açıklamasının ardından ise, tur organizatörü Jean Marie Leblanc Festina’nın yarıştan ihraç edildiğini açıkladı. IOC (International Olympic Comittee) bu skandalın hemen sonrasında toplanma kararı almış ve bu sürecin sonunda 1999 yılında IOC’nin öncülük ettiği toplantıda doping ile mücadelede ortak bir platform ve hareket birliği oluşturmak amacı ile bağımsız bir kuruluş olan WADA’nın (World Anti-Doping Agency) kurulması kararı alınmıştı. Festina olayı, kamuoyunda çokça dillendirilen ve hala yankıları günümüzde de devam etmekte olan birtakım soru işaretleri barındırmakta aslında. Fakat, birçoklarının da ifade ettiği ve altını çizdiği üzere, bu skandal, sadece bisikleti değil, tüm spor dünyasını derinden etkilemiş ve hala da WADA’nın kurulma sürecinin en önemli faktörü olduğu düşünülmekte.

WADA tarafından 2003 yılında yayınlanan Anti-Doping Kodu, IOC dahil birçok spor kuruluşunun, hemen hemen bütün uluslararası ve ulusal federasyonların, kabul ettiği, tüm branşlarda, tüm sporcular için dopingle mücadeleyi düzenleyen kuralların ve yönetmeliklerin aynı olmasını sağlayan bildirgedir. Buna göre dopingin spor ruhuna aykırı olduğu vurgulanarak, sporcudan alınan bir test materyalinde yasaklanmış bir maddenin tespitinden, teste girmekten sakınmaya, doping yapmaya teşebbüse yardımcı olmaya kadar birçok tanımlanmış maddeden en az birinin gerçekleşmesi doping suçu olarak kabul edilir. Doping maddelerinin ticaretini yapmak, uygulanmalarını kolaylaştırmak gibi bazı durumlar da doping suçu kapsamına sokulmuş, bu da olayın hukuksal boyutunu çok daha belirgin hale getirmiştir. WADA her yıl yasaklı maddeler listesi hazırlayıp yayımlamakta ve doping maddelerinin, vücut sıvılarında saptanması analizlerini yapması amacı ile kurulan laboratuvarların geçerliliğini ve güvenilirliğini onaylamaktadır. WADA bildirgesine göre sporcudan alınan örnekte yasaklı madde ya da yıkım ürünlerinin çıkması doping olarak değerlendirilir ve bundan sporcu sorumludur. Yasaklanmış madde veya yöntemin kullanılması veya teşebbüsü, numune alım işlemini reddetmek veya bildirim sonrası kaçmak, yarışma dışı testler için sporcunun nerede olduğu duyurusunun yapılmaması, doping kontrolü işlemlerinin herhangi bir kısmının değiştirilmesi veya teşebbüsü, yasaklı maddelere sahip olmak da kural ihlali olarak kabul edilerek doping sınıfına sokulmaktadır. Doping yaptığı saptanıp onaylanmış sporcuya ilgili kuruluşlarca kullanılan madde ve yöntemin cinsine göre farklı ağırlıkta ceza uygulanmaktadır. 6 ay yarışmalara katılmama cezasından ömür boyu yasaklamaya kadar gidebilen cezalar söz konusudur. Genellikle ilk kez dopingli olduğu saptandığında sporcu 2 yıl spordan men, ikinci kez dopingli olduğu saptandığında ise ömür boyu spordan men cezası ile cezalandırılmaktadır.
Bugün WADA yaptığı çeşitler analizler, testler, açıklamalar ve kararlarla dünyada doping ile mücadelede bağımsız en üst düzey kuruluş olarak kabul edilmekte. Tüm bu yaşananlardan sonra WADA’nın da etkisi ile her şey daha da iyiye giderken sadece bisikletin değil belki de spor tarihinin görmüş olduğu en büyük doping skandalı olan “Puerto Operasyonu” patlak verdi.

2004 yılının Mart ayında Jesus Manzano İspanyol As gazetesine verdiği röportajda eski takımı Kelme’de yarışırken takımın doktoru Eufemiano Fuentes’in sporculara düzenli olarak kan dopingi yaptırdığını ve performans arttırıcı ilaçlar kullandırdığını açıklamış, hemen ardından soruşturmalar ve şüphelerle dolu bir dönem başlamıştı. Fuentes 2005 yılında Kelme takımındaki aktif kulüp doktorluğu işinden ailevi gerekçeler ve kendi kliniğinde çalışmak istemesi üzerine ayrılmış fakat 16 ay daha takımın doktoru olarak görev yapmaya devam etmişti. Takımın Fuentes’ten önceki doktoru olan Walter Virú ve Alfredo Córdova 2003 yılında Kelme’den ayrılıp Liberty-Seguros’a (ONCE) geçiş yapmışlardı. O sıralarda ise Liberty-Seguros’un kulüp doktorları olarak görevlerine devam etmekteydiler. 2006 yılının başlarında yapılan testlerden sonra şüpheler iyice artmış ve İspanya Jandarması (Guardia Civil) Madrid, Barcelona ve Zaragoza kentlerinde eş zamanlı operasyonlar neticesinde aralarında Jan Ullrich, Ivan Basso, Francisco Mancebo, Michele Scarponi, Tyler Hamilton, José Enrique Gutierrez Cataluña, Roberto Heras, Dario Pieri gibi ünlü bisikletçilerin de bulunduğu birçok sporcunun doktoru olan Eufemiano Fuentes’in Madrid’de bulunan yasadışı kan bankasının izlerine ulaşılmış, hemen ardından Eufemiano Fuentes ve diğer doktor Jose Luis Merino Batres, Liberty Seguros takımının yöneticisi eski İspanyol bisikletçi Manolo Saiz, Comunidad Valencia takımının yöneticisi Ignacio Labarta, Kelme takımının yöneticisi Vicente Belda, Fuentes’in kız kardeşi ve aynı zamanda doktor olan Yolanda Fuentes ile eski dağ bisikletçisi ve şebekenin kuryesi olduğu düşünülen Alberto Leon tutuklanmıştı. Guardia Civil tarafından Madrid’deki evde yapılan operasyon sonucunda 135 torba kan, 71 torba kan plazması, değişik türde doping malzemeleri ile Saiz’in üzerinde 42 bin avro ve 38 bin İsviçre frangı ele geçirilmişti.

23 Mayıs 2006’da İspanyolların en önemli bisikletçilerinden biri olan Manolo Saiz tutuklanıp ProTour lisansı elinden alınmış ve bisikletle olan bağları tam anlamıyla kopmuştu. Haziran 2006’da Comunidad Valencia takımı Tour de France’dan ihraç edildi ve onun yerine Astana-Wurth tur’a dahil edildi. Akabinde İspanyol El Pais gazetesi 58 profesyonel bisikletçinin isminin ele geçirildiğini yazdı. Devamında Jan Ullrich ve Oscar Sevilla T-Mobile takımından atıldılar ve aralarında Ivan Basso’nun da olduğu dokuz isim Fransa Turu’ndan ihraç edildiler. O seneki turun en büyük favorilerinden Cofidis takımı adına yarışan Floyd Landis ise ilk Le Tour zaferini elde etmenin peşindeydi. Fakat 17.etap her şeyi değiştirdi. O etapta diğer herkesi adeta yola gömen Landis etabı kazanmış ve sarı mayoyu üzerine geçirmişti ama bu kadar dominant bir tırmanma performansı herkesin aklına doping yapmış olabileceği düşüncesini getirmişti, hemen sonra Landis’ten idrar örneği alınmış ve alınan örnekte sentetik testosteron pozitif çıkmıştı ve bu miktar WADA’nın belirlemiş olduğu limitlerin neredeyse üç katı kadardı. 20 Eylül 2007’de Floyd Landis Le Tour’u kazanmasına rağmen idrarında doping maddeye rastlanıldığı gerekçesi ile Le Tour zaferi ve 2006 yılına kadar olan tüm başarıları silinmiş ve spordan 2 sene men edilmişti. Tur zaferi ise resmi olarak ikinci olan Óscar Pereiro’nun olmuştu. Tüm süreç devam ederken Ekim 2006’da Madrid savcılığı Puerto Operasyonu sırasında elde edilen bilgilerin müdahil bisikletçilerin federasyonları tarafından soruşturma tamamen sonuçlanmadan kullanılmasını yasakladı. Hemen sonrasında İspanya Bisiklet Federasyonu’nun disiplin komisyonu haklarında soruşturma olan 28 İspanyol bisikletçi hakkındaki soruşturmayı rafa kaldırdı. Ivan Basso, Lance Armstrong’un takımı Discovery Channel’a imza attı. 21 Kasım 2006’da İspanya ve bisiklet adına doğru bir karar alındı ve uygulamaya konuldu. Bu karar sürecin başlamasından yaklaşık 10 ay sonra İspanyol Resmi Gazetesi’nde İspanya Kralı Juan Carlos imzalı “Sporda Sağlığı Koruma ve Dopingle Mücadele” adı altında yayınlandı. Tarihte adı kirli vakalarla ve umursamazlıklarla anılan İspanya’nın doping için attığı ilk adımdı bu. Birkaç gün sonra ise İspanyol El Mundo gazetesi ele geçirilen 90 kan torbasının 8’inde EPO izlerine rastlandığını yazdı. Aralık ayında ise olay bambaşka bir hal almıştı. 7–8 Aralık 2006’da Fransız LeMonde gazetesi büyük bir bomba patlatarak aralarında Real Madrid ve FC Barcelona’nın da bulunduğu dört İspanyol futbol kulübünün doktor Eufemiano Fuentes ile çalıştığına dair belgelere ulaştıklarını, bu belgelerin Puerto Operasyonu kapsamında İspanyol Jandarmasının bisikletçilere dair bulduğu belgelerle benzer olduğunu yazdı. LeMonde gazetesinin spor müdürü Stephane Mandard, Fuentes ile 7–8 Aralık tarihlerinde bir röportaj gerçekleştirdi. Röportajda Fuentes müşterileri arasında sadece bisikletçilerin değil, “atletlerin, tenisçilerin, futbolcuların, hentbolcuların, boksörlerin” de olduğunu ilk defa açıkladı. Doktor-hasta mahremiyetini bahane göstererek isim vermedi, fakat LeMonde, İspanyol jandarmasının elinde bulunan belgelere ulaşarak daha da önemli bir noktayı ortaya çıkardı: Fuentes’in müşterileri arasında Real Madrid ile FC Barcelona başta olmak üzere İspanyol futbol kulüpleri de vardı ve bu kulüplere Fuentes, aynı bisikletçiler için olduğu gibi programlar hazırlamıştı. Fuentes, Mandard’ın “Hiç Real Madrid ve FC Barcelona ile çalıştınız mı?” sorusuna ise şöyle cevap veriyordu: “Buna cevap veremem. Ölümle tehdit edildim. Bazı şeyleri söylersem benim veya ailemin ciddi tehlikeyle yüz yüze geleceği söylendi. Üç kez tehdit edildim. Dördüncüye mahal veremem.” Bu açıklamalar ve içinde bulunulan atmosfer olayın ne denli karanlık olduğunun bir kanıtı niteliğinde. 7–8 Aralık 2006’da LeMonde gazetesi spor müdürü Stephane Mandard’ın Fuentes ile yaptığı röportaj ve ulaştığı dokümanları anlattığı yazıları nedeniyle Real Madrid ve FC Barcelona LeMonde gazetesine dava açtılar. Fakat dava İspanya’da açıldı, İspanyol yargıçlar kulüpler lehine karar verdiler. LeMonde önce €300.000, temyizden sonra da €15.000 ödemeye mahkum edildi. Mandard, kendilerine davada kanıtlarını gösterme fırsatı bile verilmediğinden şikayet etti ve davayı daha yüksek mercilerde (AIHM) takip edeceklerini açıkladı.

2006’nın son günleri birbiri ardına skandallar ve olaylarla kamuoyunu, gündemi ve özellikle bisikleti ilgilendirmekteydi. 2007’nin Şubat ayında operasyonda ismi geçen Jan Ullrich bir basın toplantısı düzenledi ve kariyerini sonlandırdığını açıkladı. Mart 2007’de beklenmedik bir şekilde İspanyol asayiş birimleri Puerto Operasyonunu sonlandırdıklarını açıkladı. Bunun üzerine çeşitli isimler ve kuruluşlar tepki gösterdiler, olayın niçin irdelenmediğini ve sonuca bağlanmadığını anlayamayan kamuoyu ve tüm diğer medya organlarının da baskıları ile Şubat 2008’de Puerto Operasyonu dosyası tekrar açıldı. Fakat Ekim 2008’de yargıç Antonio Serrano bir sonuca ulaşmadan davayı sonlandırdı. Ocak 2009’da Beşinci Madrid Bölge Mahkemesi başkanı Arturo Beltran dava dosyasını tekrar açtı. Tüm bu yaşananlar süreci trajikomik bir hale getirmiş ve ciddi anlamda tüm basın yayın organlarının, medyanın, gazetecilerin konu ile alakalı yazılar yazmasına, süreci enine boyuna irdeleyip, çıkarımlarda bulunmasına ortam hazırlamış ve tüm dünyanın, saygın ve elit etiketi altında andığı, tarihin en eski sporlarından bisikletin, onarılmaya çalışılan güvenilirliği ve şeffaflığına duyulan inanç ciddi anlamda hasar görmüştü. Mayıs 2009’da CONI (Comitato Olimpico Nazionale Italiano) Alejandro Valverde’yi İtalya’da 2 yıl spordan men etti. Uluslararası Spor Tahkim Mahkemesi, UCI, WADA ve CONI’nın kararlarına paralel olarak, 2’ye 1 oy çokluğuyla Valverde’nin 3 yıl önce anti-doping kurallarını ihlal ettiğine hükmetti. Tarihin gördüğü belki de en komple bisikletçilerden olan “El İmbatido” lakaplı İspanyol bisikletçi Alejandro Valverde’nin de doping yapması bisikletin artık içinden çıkılmaz bir hal alan skandallar serisine bir yenisini daha eklemişti.

11 Ocak 2011’de bisiklet dünyasını üzen bir olay yaşandı. Puerto Operasyonu kapsamında tutuklanan ve kurye olduğu düşünülen Alberto Leon’un intihar haberi bisiklet fanlarını ve tüm dünyayı yasa boğmuştu.

Mart 2011’de Eufemiano Fuentes, Yolanda Fuentes, José Luis Merino Batres, Manuel Saiz ve José Ignacio Labarta’ya dava açıldı. Dava süreci tüm dünyada yankı buldu ve soruşturma iyice derinleşti. Fakat asıl önemli olan, davanın yarattığı dalgaydı. İspanya’nın altın jenerasyonun tepesinde bir soru işareti vardı artık. Bütün bu olaylar sadece bisiklet sporu odaklı değiller. İspanyol futbolcular, tenisçiler, atletler hepsi bu sistemde çalışıyorlardı. WADA, davanın bisiklet ötesi boyutunun en yakın takipçisi konumundaydı ve spor dünyası, bisiklet sporunun öncülüğünü yaptığı “biyolojik pasaport” gibi yöntemlerin önemini idrak etmeye başlamıştı. Bu yöntemleri kullanan ve kullanmayan sporlar tartışmalara konu olmaya başlamışlardı. 28 Ocak 2013’de Eufemiano Fuentes mahkemede başlayan ifadesinde müşterilerinin bisiklet dışındaki sporlardan da geldiğini, tenisçiler, futbolcular ve boksörlerle de çalıştığını bir kere daha, yargıç karşısında teyit etti, ama üç bisikletçi (Roberto Heras, Unai Osa ve Santiago Botero) dışında isim vermedi. Bugüne kadar da Fuentes’in müşterileri arasında bisikletçiler dışında kimlerin olduğu hiçbir şekilde resmen açıklanmadı. Fakat hem Fuentes’in kendisi futbolcularla “çalıştığı” için gurur duyuyordu, hem de Fuentes’in bisikletçi müşterileri bu durumdan haberdarlardı. Durumun ciddiyetini Fuentes’in 13 Aralık 2010 tarihli İspanyol spor gazetesi Marca’ya verdiği demeç özetliyor: “Konuşursam İspanya futbol takımı Dünya ve Avrupa Kupaları’nı kaybeder”.

UCI başkanı Pat McQuaid 2006’da skandalın bisiklet odaklı çıkmasından sonra İspanyol spor bakanı Jaime Lissavetzky ve İspanyol makamları ile görüştü. İspanyol tarafı, McQuaid’e davada söz konusu olan 200 sporcunun hepsinin bisikletçi olmadıklarını, aralarında futbolcular, atletler, tenisçiler ve yüzücüler de olduğunu söylediler. Fakat olay en çok bisiklete mal edildi. İsimleri ortaya çıkan kişiler bisiklet sporundandı ve tek ceza alan da bisikletçiler oldu.

Bunun asıl nedeni ise Puerto Operasyonu ve Fuentes’in öncelikle bisiklet sporu ile özdeşleştirilen isimler olması. Mayıs 2006’da skandal patladığında ilk olarak ortaya çıkan isimler bisikletçilerdi. Olayın nedeni de Fransa Turu’na birkaç ay kala turun itibarı için endişelenen Fransız hükümeti ve tur organizatörü ASO’nun, bisikletçilerin ismini İspanyol jandarmasından talep etmesi oldu. Bu nedenle İspanyol jandarmasının soruşturma raporunda sadece bisikletçilerin isimleri ya da kısaltmaları geçiyordu. Sonuç itibariyle bugüne kadar Fuentes’in İspanyol jandarması tarafından ele geçirilen listelerde gözüken 200’ü aşkın müşterisi içinde kesin olarak isimleri belirlenen sadece 58 bisikletçi, ceza alan 5 kişi ise gene bisikletçiler Jan Ullrich, Ivan Basso, Joerg Jaksche, Michele Scarponi ve Alejandro Valverde oldular. Tüm bu sürecin üzerine Armstrong’un itirafı da pastanın kreması oldu. Bu nedenle kabak bisiklet sporunun başına patladı. Fuentes dava neticesinde 1 yıl hapis, spor doktoru olarak 4 yıl meslekten men ve 10 ay boyunca günlük 15 Euro para cezası ödemeye mahkum edilirken, ele geçirilen kan torbalarının ise, imha edilmesi kararlaştırılmıştı. Tarihin görmüş olduğu belki de en büyük ve karanlık doping olayının sonunda Eufemiano Fuentes komik sayılabilecek bir ceza almıştı. İşin enteresan bir başka yanı ise spor dünyasındaki olağan şüphelilerden hiçbirinin herhangi bir ceza almamış olmasıydı. Bunun üzerine verilen karardan memnun olmayan WADA ve IOC kan torbalarının üzerinde inceleme yapılmadan yok edilmesini eleştirmiş ve yanlış bir karar olduğunu ifade etmişlerdi.
Bu yaşananların hemen sonrasında ise Michael Rasmussen de 1998–2010 yılları arasında kariyerinin en önemli kısımlarında performans artırıcı ilaç kullandığını basına itiraf etmişti.

2007 yılında Tour de France’i kazanmaya çok yakınken Rabobank takımı tarafından yarıştan ihraç edilmiş ve daha sonra bunun aslında söylediğiniz yerde olmadığınızı gösteren “whereabouts” (Sporcuların nerede olduğunu haber vermemesi ve/veya doping testinde bulunmaması) ile ilgili olduğunu ve takımın bu şüpheli hareketlerinden ötürü Rasmussen’i yarıştan attığı anlaşılmış ve skandallarla dolu olaylı turu Alberto Contador kazanarak ilk büyük tur zaferini elde etmişti. Rasmussen, EPO, büyüme hormonu, DHEA, testesteron, IGF-1, cortizon gibi performans arttırıcıları kullandığını ve kan değişimi yaptığını kabul etmişti.
Çok yakın tarihli bir başka garip olay da Britanyalı dört Le Tour sahibi Team Sky’in yıldızı Chris Froome’a ait. En son şampiyon olarak yarıştığı 7 Eylül 2017’ deki İspanya bisiklet turu (Vuelta a España) sonrası olası doping cezası ile gündeme geldi. UCI bildiriminde, Froome’dan alınan idrar örneğinde “Ters Analitik Bulgu” (AAF) olarak tanımlanan ve izin verilen sınır olan 1000 ng/ml’nin 2 kat üstünde Salbutamol maddesi tespit edildiği belirtilmişti. Froome bu şampiyonluğuyla 1978’den beri aynı yıl içinde duble (Tour de France/ La Vuelta) yapan ilk bisikletçi unvanına sahip oldu. Sonrasında Norveç’ te kazandığı bronz madalya ile kendi deyimiyle unutulmaz bir sezonu muhteşem bir ‘trio’ ile sonuçlandırmıştı. UCI raporuyla birleşen bu performans, çocukluğundan beri astım hastalığı olan ve gizlemeden her alanda inhaler kullanan bisikletçi için geriye dönük şüpheleri çoğalttı. Gerçekten de Bilharzia (bir parazit hastalığı), Blastosistoz (bir parazit hastalığı) , tifo, ürtiker (alerjik kaşıntılar) ve astım Froome’un bilinen sağlık problemleriydi. Birkaç sene öncesine kadar da dönemsel olarak çok ağır antibiyotik tedavileri almış, antiparaziter ilaçlar kullanmıştı. Team Sky medikal ekibi dahil, Nairobi’de uzun yıllar takibinde olduğu doktoruna kadar gözlem altında son derece hassas kontrollere tabiydi. Supplementler (gıda takviyeleri) ile arası son derece iyi olan Froome protein içecekleri, balık yağları, kırmızı pancar suyu (beetroot- nitrik oksit) ve enerji verici yeşil sebze kürlerini seven bir sporcu. Sırt ağrıları için Tramadol, anti- allerjik Loratadin, Flutikazon ve Ventolin sprey “Salbutamol” ise hayatının önemli bir parçası konumunda. Astım hastalığı çoğu dayanıklılık sporcularında yaygın görüldüğü bilinen ve dikkat etmesi gereken önemli bir konuydu. Konuyla ilgili The Guardian ve LeMonde gazetelerine verdiği röportajda La Vuelta’da astımının kötüleştiğini ve takım doktorlarından birinin talimatıyla her zamanki Salbutamol dozunu arttırdığını söylemişti. İlaç bronşları genişleterek havayolunu açıyordu ve bu pek tabi bisiklet gibi bir spor için çok değerli bir etkiydi. Fakat UCI ve WADA Froome’un Tour de France’da soruşturma devam etmesine rağmen yarışmasında bir engel olmadığını açıklamıştı ve 2018 Tour de France ağızlarda kekremsi bir tatla şüpheler içerisinde başlamıştı. Tur’u Team Sky’dan takım arkadaşı Geraint Thomas kazanmasa belki de bambaşka bir skandal ve sis bulutu ortaya çıkacaktı.

Tüm bu skandallarla dolu olaylar, vakalar ve üzerinde durulması gereken süreçlerin, toplum nezdinde insanların bisiklete olan o iyimser bakış açısını ortadan kaldırdığını iddia edip dile getirmek pek de yanlış bir yaklaşım olmaz sanırım. Sporun işleyişindeki metodolojik yapı sadece sporcuların kazanmak ve en iyi olmak adına her şeyi yapabilecek bir kimliğe sahip olmaları ile açıklanabilecek kadar basit değil. Sporcunun ulaşabileceği en yüksek performans düzeyini, genetik yapısı ve fiziksel özellikleri belirler. En üst noktaya ulaşabilmek için düzenli antrenman yapar, düzenli beslenir, psikolojik açıdan en üst düzeyde güdülenme için çalışırlar. Spor müsabakaları eşit şartlarda mücadeleyi amaçlar. Yarışmalarda, ilaç etkilerinin değil sporcuların fiziksel performanslarının ölçülmesi hedeflenir. Sporcuların performanslarını farklı yöntem ve maddelerle artırmaları adil yarışma ortamını engelleyip, haksız rekabete yol açarak “fair play” anlayışına ters düşmektedir.
Diğer taraftan performans artırmak için kullanılan bu maddeler sporcu sağlığı açısından ölüme kadar gidebilen ciddi riskler oluşturmaktadır. Sporcuların başarma hırsı o denli yüksektir ki başta sağlığı olmak üzere başarı için birçok riski göze alabilmektedirler. Doping kullanan bir sporcunun kendi canını ortaya koyacak kadar gözü kara olduğu gerçeğinin altını çizen Fransız sosyolog Patrick Mignon’a göre bunu yapan sporcu yaptığını sahtekarlık olarak adlandırmaz ve haksız rekabet yaptığı gerçeğiyle yüzleşmekten kaçınarak bir suç işlediğini her zaman reddeder. Bir gazeteci profesyonel düzeyde sporculara; bir doping maddesini kullanırsan dünya şampiyonu olacaksın ancak birkaç yıl sonra öleceksin gene de o yasak maddeyi kullanır mısın? diye sormuş. Aldığı cevaplar çok yüksek oranda evet olmuş. Bunun açıklamasını yapabilmek çok da kolay değil kesinlikle. Sporcunun kişilik yapısı, sosyal çevresi, antrenörü, başarı için olması gereken yüksek motivasyon, yüksek ekonomik kazanç beklentisi gibi birçok faktör sporcunun sağlığını hiçe sayarak dopinge yönelmesinde rol oynayabilmekte. Kanadalı koşucu Tony Sharpe, sporcuların doping yapma nedenini ‘zafer çok tatlı, para çok bol’ demeciyle ifade etmiştir. Doğu Alman gizli servisi Stasi’nin gözetiminde, ‘Kapitalistlere karşı savaşmak’ adına ilaç ve erkeklik hormonu verilerek güçlendirilen bayan atletler çok ciddi sağlık sorunlarıyla karşı karşıya kaldıklarını iddia etmişlerdi. Heidi Krieger’in cinsiyet değiştirip erkek olmak zorunda kalması, Renate Neufeld’in aktif sporculuğu sırasında konuşma zorluğu yaşaması ve bıyıklarının çıkması sporcu sağlığı ve doping arasındaki tehlikeli ilişkinin en can alıcı örneklerinden. Hele ki bu bisiklet gibi enduransa dayalı sporlarda çok daha fazla ihtiyaç duyulan bir ilişkiye dönüşüyor ve bisiklet sporunun adının, tarihin hemen her döneminde dopingle birlikte anılmasına neden olan kötü imajın temellerini oluşturuyor.

Hollandalı eski bisikletçi Thomas Dekker 2016 yılında yayımlanan otobiyografisi The Descent’de her şeyi tüm çıplaklığıyla anlatmış ve doping almadan etap kazanmanın neredeyse imkansız olduğunu dile getirmişti. Kitapta ayrıca Eufemiano Fuentes ve olaylı 2007 turuna dair birçok anı ve hikaye bizzat Dekker’ın kendi izlenimleri ve yaşadıkları ile anlatılmış.

Bisiklet hiçbir zaman arındırılmış bir vaha olamayacak ama en azından dünyadaki imajını düzeltebilmek adına birtakım girişimlerde bulunulabilir. Belki Tadej Pogacar, Mathieu van der Poel, Wout van Aert gibi isimler, sporun zamanında Armstrong’a yaptığı propagandayı spordaki kara bulutları dağıtabilmek için herkesin gözü önünde ve açıkça kendi limitlerini zorlayarak ortaya koymaya ve böyle bir yolla gerçekleştirmeye çalışıyorlardır. Ya da belki de sporun içindeki Kaiser Soze’ler yaptıkları işten keyif alabilmek adına spor etiğine uygun hareket etmeye ve spora güvenilirliğini geri kazandırmaya çalışıyorlardır. Teorilerin ve spekülatif düşüncelerin konuya dair bir sona ulaşabileceğini pek sanmıyorum. Her şeyin sonunda ardında kocaman bir çöp yığını bırakan dağınık bir çöp kamyonu şoförü gibi dopingin yarattığı tahribatı medya ve kamuoyunun zihinlerinden çıkarmak hiç de muhtemel görünmüyor. Şeffaf ve açık bir anlayış, güvenilir isimler ve kontrollü bir çalışmayla bile gerçekleşmesi çok uzaklarda görünüyor. Belki de yapılması gereken, geçmişi onarmaya çalışmak yerine geleceği doğru şekilde inşa etmekten geçiyordur. Kim bilir?