4 yıllık bir süreçte tam 14 kupa kazanan, bir yılda 6 kupa kazanan tek takım olarak tarihe geçen, bir yılda 91 gol atan bir oyuncu yaratan bir takım düşünün. İşte o takım Pep Guardiola önderliğindeki Barcelona’ydı.
Pep Guardiola Öncesi Barcelona
Barcelona, 1990’lı yıllarda Johan Cruyff önderliğinde dönemin en iyi takımı haline gelmiş, “The Dream Team” adını almıştı. Ronald Koeman, Micheal Laudrup, Romario gibi oyuncuların bulunduğu bu takımda, bir de Pep Guardiola adında La Masia çıkışlı bir genç vardı. Bu ismi ilerleyen yıllarda çok kez duyacağımızı sanırım o zamanlar da kimse tahmin etmiyordu. Bu başarılı geçen dönemin ardından Barcelona’da yalnızca 1 sezon kalan ve tam olarak 47 gol atan Ronaldo Nazario, Real Madrid’e transfer olan Luis Figo gibi oyuncular takımdan ayrılmıştı. Bu yetmezmiş gibi kulübün efsane teknik direktörleri olarak anılan isimlerden Sir Bobby Robson, Johan Cruyff ve Louis van Gaal de Barcelona ile yollarını ayırmıştı. 1991-1999 yılları arasında 6 kez La Liga’yı kazanan Barcelona, 2001-2003 yılları arasında 4. sıradan yukarı çıkmayı başaramamıştı. Üstüne üstlük kulübün borcu, €200m olarak açıklanmıştı. Sanki kulüp çöküş dönemine girmiş gibi görünüyordu.
2003’te kulüp başkanlığına -günümüzde de Barcelona’nın başkanı olan- Joan Laporta gelmişti. Laporta, geldiği gibi yolu ülkemize de düşen Hollandalı efsane Frank Rijkaard’ı takımın başına getirdi. Fakat bu, Laporta için yalnızca bir başlangıçtı. O sezon Ronaldinho transfer edildi. La Masia’dan yetişen Andres Iniesta ve Victor Valdes A takıma çıktı. Henüz 18 yaşındaki saf yetenek Ricardo Quaresma ve o dönem Fenerbahçe forması giyen Rüştü Reçber kadroya katıldı.
Bir sonraki sezonda, Deco ve Eto’o gibi oyuncular transfer edilmiş, Lionel Messi adında uzun saçlı, çelimsiz, bir La Masia ürünü olan, henüz 16 yaşında bir Arjantinli A takımda süre almaya başlamıştı. Kim bilebilirdi ki o çocuk daha sonraları futbol tarihinin en iyi oyuncusu tartışmalarının merkezinde olacaktı.
Yapılan bu transferler, saha içindeki başarıyı da beraberinde getirmişti. 2004/05 ve 2005/06 sezonlarında art arda La Liga’yı, yine 2005/06 sezonunda ise Şampiyonlar Ligi’ni kazanmışlardı. Joan Laporta, Frank Rijkaard önderliğinde öyle bir takım kurmuştu ki bu takım, Santiago Bernabeu’da alkışlanıyordu. Her şey iyi gidiyor gibi gözüküyordu. Ta ki…
Tüm bu başarıya rağmen, takım içinde birtakım sorunlar baş gösteriyordu. Samuel Eto’o medyaya takım arkadaşı Ronaldinho’yu ve teknik direktör Frank Rijkaard’ı eleştiren açıklamalarda bulunmuştu. Ronaldinho’nun ise antrenmanlara bir önceki gece sarhoş olup gelmesi bu olayları iyiden iyiye alevlendirmişti. Barcelona saha dışı olaylarla uğraşırken Real Madrid ise kontrolü tekrardan eline almış, 2006/07 ve 2007/08 sezonlarında La Liga’yı kazanmayı başarmıştı. Tam olarak bu noktada Barcelona yönetimi radikal bir karar vermek zorundaydı.
Pep Guardiola Dönemi
Barcelona’nın, teknik direktörlük için iki farklı opsiyonu bulunuyordu: Jose Mourinho ve Pep Guardiola. Bir tarafta Porto ile Şampiyonlar Ligi kazanmış, Chelsea ile İngiliz futbolunu domine etmiş, üstüne üstlük Barcelona’da tercüman olarak çalışmış, kulübü tanıyan bir adam vardı. Diğer tarafta ise Barcelona’nın B takımında yalnızca 1 yıllık teknik direktörlük tecrübesi olan bir adam. Joan Laporta ve Johan Cruyff aldıkları ortak karar neticesinde Pep Guardiola’yı takımın başına getirmişti. İlerleyen yıllarda bu iki teknik direktör adayı arasında geçecek rekabeti, sanırım kimse öngöremiyordu. Katalan hocanın sözleri 4 yıl içinde yaşanacak olanları açıklar nitelikteydi: “Eğer beni takımın başına geçirirseniz, size her şeyi kazanırım.” Fakat ilerleyen yıllarda olacakları belki de o bile tahmin edemiyordu.
Pep Guardiola’nın Barcelona’sının taktiklerine geçmeden önce İspanyol teknik adamın kimden ve hangi oyun anlayışından etkilendiğine bir göz atalım. Ajax, Hollanda Milli Takımı ve Barcelona gibi takımları çalıştıran Hollandalı teknik direktör Rinus Michels tarafından bir fikir ortaya atılmıştı: Total Futbol. 1-3-3-3 dizilişiyle sahaya yerleşilen bu oyun anlayışı, toplu hücum ve toplu savunma yapmayı amaçlıyor. Ayrıca Rinus Michels’in Ajax’ına ve Hollanda Milli Takımı’nın maçlarından bazı kesitlerine bakarsanız, top kaybı yapıldığı anda 10 kişiyle bir baskı yapıldığını göreceksiniz. Bundan yaklaşık 50 yıl önce ortaya atılan bu fikir günümüzde bile birçok futbol adamına ilham vermeye devam ediyor. Johan Cruyff ise Rinus Michels yönetiminde hem Ajax’ta hem de Hollanda Milli Takımı’nda forma giymişti. Belli ki o da bu oyun anlayışından çok etkilenmiş. Zira kendisi de teknik direktörlük kariyerini “total futbol” anlayışı üzerinden şekillendirdi. Bu ikili, 1973 yılında birlikte Barcelona’ya gitti. Cruyff hem oyuncu hem de teknik direktör olarak görev aldığı Barcelona’nın tarihini değiştirdi. Rinus Michels’in ortaya attığı fikir, önce Johan Cruyff, ardından Frank Rijkaard ve son olarak ise Pep Guardiola tarafından geliştirildi. Pep Guardiola, “Cruyff bu fikri inşa etti, bizim görevimiz ise bunu sürdürmek.” sözleriyle Johan Cruyff’un Barcelona üzerinde bıraktığı etkiyi açıklıyor.
Pep Guardiola, takımlarında kaleci ve defans hattı dahil tüm oyuncuların ayağını iyi kullanan, teknik kapasitesi yüksek oyuncular olmasını ister. Bu doğrultuda kaleciden forvete kadar tüm oyuncular oldukça ofansif topa sahip olma oyununun oynanmasına olanak sağlayacak düzeyde teknik, tabiri caizse ayağı temiz oyunculardı. Kalecilik özelliklerden çok ayağını iyi kullanmasıyla öne çıkan Valdes’in geriden oyun kurulumu aşamasına katılmasıyla birlikte her zaman sayısal üstünlüğü elde ediyorlardı. Yüksek yoğunlukta pres yapan takımlarla karşılaştıklarında ise Busquets’in stoperlerin arasına, Messi’nin de Xavi ve Iniesta’nın yanına girmesiyle baskıyı kırmayı başarıyorlardı. Bu şekilde hem savunma bloğunda hem de orta saha bloğunda sayısal anlamda üstün oluyorlardı. Pep’in City’sinde de gördüğümüz gibi Barcelona’nın kanat oyuncuları da çizgiye yakın oynuyor, oyunu ve rakip savunma hattını açmayı ve genişletmeyi hedefliyorlardı. Bu şekilde oyunu sağ ya da sol kanada yığdıktan sonra atılan bir diyagonal pas ile 5-6 rakip oyuncuyu saf dışı bırakabiliyorlardı. Geçmişte de kullanılan fakat Pep Guardiola’nın Messi üzerinde uygulamasıyla bambaşka bir seviyeye çıkan sahte 9 rolü, hem alan savunması hem de adam adama savunma yapan takımlar için savunulması çok zor olmaya başlamıştı. Messi’nin derine gelmesi durumunda ondan sorumlu olan oyuncuların iki opsiyonu var: Messi ile birlikte derine gelmek (Bu senaryoda savunma oyuncusu bölgesini terk ettiğinden, savunma hattında büyük bir boşluk oluşur. Barcelona oyuncuları ise penetrasyonları ile boşluğu değerlendirebilir.) ya da Messi’yi demarke durumda bırakmak. (Bu opsiyon da pek mantıklı gözükmüyor, zira bahsi geçen oyuncu top ayağında olduğunda Dünya üzerindeki en tehlikeli oyuncu haline geliyor.)
Barcelona, toplu oyunda genellikle 2-3-2-3 şeklinde sahaya yerleşiyordu. Bu şekilde sahanın her bölgesinde pas opsiyonu olabilecek, üçgenler oluşturabilecek oyuncular oluyordu. 3. bölgeye geçiş yapmadan önce mümkün olduğunca oyunu genişletmeyi amaçlayan bu oyun anlayışı, 3. bölge geçişi yapıldıktan sonra oyuncuların serbest olmasına, bireysel yeteneklerini kullanabilmesine olanak sağlıyordu. Guardiola, “Benim işim, sizi 3. bölgeye kadar götürmek. Sizin işiniz ise bitirmek.” sözleriyle oyuncularına verdiği serbestliği açıklıyordu.
Topsuz oyunda ise Guardiola’nın bir kuralı vardı: 6 saniye kuralı. Bu kuralın amacı, topu kaybettikten sonra yapılan yoğun baskı ile topu 6 saniye gibi oldukça kısa bir süre içerisinde kazanmak. Eğer top 5 saniye içerisinde kazanılamazsa, oyuncular savunmaya dönüş yaparlar ve rakibi karşılamak için pozisyon alırlar.
Pep Guardiola: “İnsanların söylediklerine inanmayın. Barcelona, asla tiki-taka yapmadı. Benim oynatmak istediğim şey, asla tiki-taka değildir. Üstelik tiki-taka, uydurma bir kelimedir ve tiki-taka denilen bu şeyden tiksiniyorum. Sadece pas atmak amacıyla pas yapmak. Bu çok saçma ve amaçsız. Belli bir amaç neticesinde pas atarsınız. Topu rakibin yarı alanına yakınlaştırmak için pas atarsınız. Sadece pas atmak için pas atılmaz. Futbolun amacı pas atmak değil.”
Bu sözlerden de anlaşılacağı üzere Pep Guardiola’nın oyun anlayışının bir amacı var; topu kullanarak, pas yaparak rakip yarı sahaya yerleşmek. Zaten bir takımın kendi yarı sahasında stoperden stopere attığı paslarda herhangi bir amaçtan bahsedemeyiz diye düşünüyorum.
Thierry Henry ise Sky Sports’ta katıldığı bir programda Pep Guardiola’nın taktiksel disipline verdiği önemi bu sözlerle anlatıyor: “Guardiola, oyununu ‘3 P’ olarak adlandırırdı: Oyna (play), topa sahip ol (possession), pozisyon (position). En önemlisi ise pozisyondu. Pozisyonunda kalmak ve takım arkadaşına güvenmek zorundasın. Antrenmanlarda 3. bölgeye kadar sahayı ikiye bölen bir çizgi çizerdi. Sağda oynayanların bu çizginin soluna, solda oynayanların ise çizginin sağına geçmesi yasaktı. Onun bir planı var. Eğer senden yapmanı istediği şeyi yapmazsan başın belaya girer (gülerek). Bir gün akıllılık ettim, hepimizin bazen yaptığı gibi. Oyun içerisinde top bayağıdır ayağıma gelmiyordu. ‘Onlar, diğer tarafta futbol oynuyor, eğleniyor. Dur bakalım, gidip bunu bir parçası olayım.’ dedim. Oraya gittim, Leo ile birkaç kez paslaştık. Olmam gereken yerde değildim ve Pep’in kızacağını biliyordum fakat pek umursamadım, üstelik bir de gol attım. Sporting Lisbon karşısında 1-0 öndeyiz, devre arasında soyunma odasına girdik, her şey güzeldi ve beni oyundan çıkardı. Evet, beni oyundan çıkardı. ‘Neyi yanlış yaptım ki?’ dedim içimden. Eğer Pep’in bir planı varsa, ona saygı duy. Takımın başına geçtiğinde bize ilk söylediği şey şuydu: ‘Benim işim, sizi 3. bölgeye kadar getirmek. Sizin göreviniz ise bitirmek.’ Bize hep bunu söylerdi.”
Dani Alves, Pep Guardiola’ya güvenini anlatıyor: “Eğer Pep, bana Camp Nou’nun 3. katından atlamamı söyleseydi, ‘Aşağıda güzel bir şey olmalı’ derdim.”
Sezonun Hikayesi
Katalan ekibi, transfer döneminde takımın değişmezleri olacak bazı oyuncuları kadrosuna katmıştı. Manchester United’dan Pique, Sevilla’dan Dani Alves ve Keita. Ayrıca B takımında forma giyen Sergio Busquets, A takıma çıkarılmıştı. Bunların yanında Ronaldinho, Milan’a, Deco ise Chelsea’ye transfer olmuştu.
Barcelona B’den gelen genç, tecrübesiz teknik direktör Pep Guardiola’nın Barcelona kariyeri, pek parlak başlamamıştı. LaLiga’nın açılış haftasında Numencia’ya 1-0 mağlup olan Barcelona, sonraki hafta oynanan Racing Santander karşısında 1-1’lik beraberlikle yetinmek zorunda kalmıştı. Bu kötü başlangıcın ardından içinde 5-0, 6-0 ve 6-1 gibi skorların da bulunduğu 9 maçlık bir galibiyet serisi yakalamışlardı. Ligin 9. haftasında ise sezon sonuna dek bir daha bırakmamak üzere liderlik koltuğunu almışlardı. LaLiga’nın 15. haftasında oynanan El Clasico’yu Samuel Eto’o ve Lionel Messi’nin golleriyle kazanan Barcelona, 22 maçlık yenilmezlik serisi yakalmıştı. Bu serinin ardından Espanyol’a 2-1, Atletico Madrid’e de 4-3 mağlup olmalarına rağmen liderliği ellerinde tutmayı başarmışlardı. Tarihler 2 Mayıs 2009’u gösterdiğinde, tarihe geçecek olan El Clasico’da Real Madrid’i, Henry (2), Puyol, Messi (2) ve Pique’nin golleriyle 6-2 mağlup etmiş, daha doğrusu aşağılamışlardı. Maçın Real Madrid’in stadı Santiago Bernabeu’da oynanması da cabası. Ligin sonuna gelindiğinde Barcelona 105 gol attığı sezonu 87 puan ile tamamlamış ve şampiyon olmuştu.
Copa del Rey’de ise sırasıyla Benidorm, Atletico Madrid, Espanyol, Mallorca ve Athletic Bilbao’yu saf dışı bırakarak kupanın sahibi olmuşlardı.
Katalan ekibin Şampiyonlar Ligi macerası, 3. ön eleme turunda Polonya temsilcisi Wisla Krakow karşısında alınan toplam 4-1’lik galibiyet ile başlamıştı. Sürecin devamında Sporting Lisbon, Shakhtar Donetsk ve Basel’in olduğu görece kolay gruba düşen Barcelona, gruptan 13 puanla lider olarak çıkmış ve son 16 turunda Lyon ile eşleşmişti. Fransız takım karşısında 1-1’lik beraberlik ve 5-2’lik galibiyet ile sıradaki tura geçmişlerdi. Çeyrek finalde Bayern Münih ile eşleşen Barcelona, ilk maçı Messi (2), Eto’o ve Henry’nin golleriyle 4-0 kazanmıştı. Almanya’da oynanan rövanş maçında ise alınan beraberlikle Barcelona, Bavyera ekibini saf dışı bırakmış ve Şampiyonlar Ligi yarı finaline adını yazdırmıştı. Barcelona’nın yarı finaldeki rakibi, sezona Luis Felipe Scolari yönetiminde başlayan ancak onun görevden alınmasıyla Guus Hiddink ile yola devam eden Chelsea olmuştu. İspanya’da oynanan ilk maç, 0-0 sona ermişti. Finale çıkacak takım Londra’da, Stamford Bridge’de belli olacaktı. Chelsea, henüz maçın 9. Dakikasında Michael Essien’in golüyle öne geçmişti. Fakat dakikalar 90+3’ü gösterdiğinde sahneye Andres Initesta çıktı ve skoru eşitledi. Barcelona büyük bir çoğunluğa göre hakem skandalının yaşandığı bu maçın ardından deplasman golü kuralı sebebiyle finale çıkmaya hak kazanmıştı. Finalde ise Sir Alex Ferguson’ın Manchester United’ı, Barcelona’nın rakibi olmuştu. Ayrıca bu eşleşmeyle birlikte futbol tarihinde yeni bir sayfa açılıyordu: Lionel Messi-Cristiano Ronaldo. Barcelona, Roma’da oynanan karşılaşmayı Eto’o ve Messi’nin golleriyle 2-0 kazanmış ve 2008/09 Şampiyonlar Ligi şampiyonu olmuşlardı.
Her ne kadar 2008/09 sezonuna 1 mağlubiyet, 1 beraberlik ile başlamış olsalar da ilerleyen süreçte inanılmaz bir performans gösterdiler. El Clasico’da, Real Madrid’i 2-0 ve 6-2’lik skorlarla mağlup etmeyi başarmışlardı. 9. haftada aldıkları liderlik koltuğunu, sezon sonuna kadar bırakmadılar ve 87 puanla, en yakın rakipleri Real Madrid’e karşı 9 puan farkla La Liga’yı kazanmayı başardılar.
La Liga, Şampiyonlar Ligi ve İspanya Kral Kupası’nın yanı sıra UEFA Süper Kupası, Dünya Kulüpler Kupası ve Supercopa de España’yı müzelerine götürmüş, 2008/09 sezonunda kazandıkları 6 kupayla tarihe adlarını altın harflerle yazdırmışlardı. Bu sezonun, Pep Guardiola’nın Barcelona başındaki ilk sezon olduğunun altını çizmekte de fayda var. Devamında ise 2 kez daha LaLiga, 1 kez de Şampiyonlar Ligi’ni kazandılar.
Fakat Pep Guardiola’nın etkisi yalnızca Barcelona ile sınırlı kalmadı. İlk 11’inde 7 tane Barcelona oyuncusu olan İspanya Milli Takımı, 2008’de ve 2012’de Avrupa Şampiyonu, 2010’da ise Dünya Şampiyonu oldu. Ayrıca 2010 yılındaki Ballon d’Or ödülünde ilk 3 sırayı Barcelona oyuncuları kaplamıştı: Lionel Messi, Andres Iniesta ve Xavi. Henüz 38 yaşındaki bu dahi, birçok futbolsevere göre futbol tarihinin en iyi takımını kurdu ve en iyi futbolunu oynattı.