DEV AYNASINA BAĞIMLI 

Okulların tatile girmesi sebebiyle memleketimde bulunduğum ve babama fırınımızda yardımcı olduğum sıradan yaz günlerinden bir tanesini yaşıyordum. İşimi bitirmiş ve alınacaklar için markete uğramış bir şekilde evin yolunu tuttum. Mahalleden geçerken önüme yuvarlanan bir top hem elimdeki poşetlerle hem de dünya ile kısa süreliğine bağımı kesecekti. Topu ayağımda yumuşattım ve vadesi dolmuş her ‘abi’ gibi ayak içimle en yakınımdaki çocuğa yumuşak bir pas verdim. Bedenen poşetleri yerden alıp eve doğru yola koyulurken, kalben acımasızca geçen zamana ve topun artık eskisi kadar ayağıma yakışmamasına hayıflanıyordum. Bu düşüncelerle içimi yiyip bitirirken kendimi eve çoktan varmış ve ellerimi yıkarken buldum. Birden aklıma o an duyduğum fakat kendimle ilgilenirken algılayamadığım bir an geldi, iki çocuk kendi aralarında Guardiola ve Ancelotti kıyası yapıp tartışırken ve arkadan gelen diğer bir çocuk ise “Ben Mourinhocuyum arkadaş” minvalinde bir şey söyleyerek tartışmaya dâhil oluyordu. Çocukluğu sokakta geçmiş biri olarak bu duruma bir hayli şaşırmıştım. Öyle ki o zamanlar kendimi sık sık Messi’yi Ronaldo’cu arkadaşıma karşı savunurken veya Alex’i Hagi’ye karşı savunurken buluyordum fakat teknik adamlar genel olarak bu rekabetin bir parçası değildi. Elbette bazen Fatih Hoca’nın bu tartışmaların bir parçası haline geldiği oluyordu fakat bunun asıl sebebi bir taraf olmamız değil, takımımızla özdeşleşmiş kişiyi diğer arkadaşlarımıza karşı koruma ve savunma içgüdüsüydü. İlk başta bu durum söylediğim gibi biraz afallamama neden olsa da kabullenmem uzun zaman almadı. Çünkü sporun da değişime tabii olduğunu biliyordum. Artık spor programları sadece yıldız futbolcular arasındaki rekabeti konu almıyor. ‘Klopp-Guardiola’, ‘Tuchel-Conte’, ‘Ancelotti-Mourinho’ gibi yeni rekabetler de ortaya koyuyordu. Bunun sebebi belki de hiçbir zaman Messi ve Ronaldo gibi tarihin en büyük futbolcularını aynı dönemde ve bir rekabet içinde izleyemeyecek olmamızdı… Bilemiyorum. Fakat bildiğim şey futbol dünyasındaki değişim bunlarla sınırlı değildi…

Senelerdir okulun olmadığı, sıcak ve bir o kadar sıkıcı yaz günlerine bir güneş gibi doğan Dünya Kupası, Katar’ın sportswashing (sporla aklama için kullanılan tabir) eylemine kurban giderek kışın oynanmıştı. Değişimler ve daha beteri sportswashing dosyası bunlarla sınırlı değildi. Çocukluğumuzun kahramanı olan futbolcular profesyonel kariyerlerinin son kontratlarını başladıkları yerde duygusal bir kapanışla yapmak yerine, Arabistan hükümetinin ligi canlandırmak ve ülkenin kötü görüntüsünü biraz olsun düzeltmek amacıyla fonladığı UAE Pro League’den veya MLS’den alıyordu. Değişimler sadece oyuncu temelli de değildi ayrıca. Hata payını düşürmek ve o ardı arkası kesilmeyen hakem tartışmalarına bir son vermek için VAR sistemi geliyordu( ki bizim ülkemizde tartışmaları daha da harlamış durumda). Değişiklik hakları, uzatma dakikaları ve daha sayamayacağımız sayısız değişim günden güne dünya futbolunda etkili oluyordu. Fakat bunca değişimin arasında hiçbir zaman kendinden bir şey kaybetmemiş aksine daha da şuursuzlaşmış bir yapı vardı. Büyük takımlarımızın transfer politikası ya da benim koyduğum isimle ‘Dev aynasına bağımlı”.

Aslında bu konuyu transfer politikası üzerinden okumanın da ne kadar doğru olduğundan emin değilim. Çünkü her kademenin günden güne liyakatsiz bir biçimde ilerlediği ülkemizde ezelden beri bu konuda bozuk bir sicile sahip olan kulüplerimizin daha iyi noktaya geleceğini beklemek hayalcilik olurdu belki de. 

Son dönemlerde geleceğe ve kulüplerin yararına yapılan bazı işler beni yersiz bir umuda soksa da gerçeklerle yüzleşmem çok fazla zaman almadı. 26 Haziran’la beraber gazetelerde ve sosyal medyada okuduğum haberler bana işlerin nasıl yürüdüğünü hatırlatmak ve bu işinin özünün ne olduğunu kabullenmem için yeterliydi. Anlamıştım teker bir tur tamamlamıştı ve başa dönmüştük. Ülke tarihimizin en büyük yeteneğini Dünyanın en büyük kulübüne elimizden kaçırmamız yetmezmiş gibi ondan kazandığımız hatırı sayılır ücreti de emeklilik yaşı gelmiş yıldızlara harcadık. Ligimizde oynayan ve geçtiğimiz sezonu duble ile tamamlamış en iyi Türk oyuncumuzun bölgesine transfer yaparak belki de onu alışık olmadığı bir bölgede oynamaya zorladık ve dahası performansı her geçen gün yükselen ilk 11 oyuncumuzla 500bin euronun hesabı yaparken form durumu belli olmayan ve sık sık sakatlanan bir oyuncuya sırf PL geçmişi var diye 3 milyon verdik. Eminim tuttuğunuz takımla ilgili olan kısım sizi irrite etmiş ve içinizden yanlış olduğunu düşünüp savunmanızı yapmışsınızdır ve belki haklısınızdır da. Her şeyden sıyrılıp bir taraftar kimliği takındığınızda tabii ki de o çok değer verdiğiniz formanızı Çin liginden makul bir fiyata getirilmiş stoper veya Portekiz liginde küme düşmüş bir stoperin giymesindense 2 ay önce şampiyonlar ligi finalinde boy göstermiş bir yıldızın ya da yıllarca PL de izlediğimiz bir çalım makinesinin giymesini isterisiniz. Fakat geçmişin bize öğrettiği bir şey var ki dünyanın en iyi oyuncularından bazılarının o formayı giymesi kulüplerin borcunun ödenmeyecek miktarlara dayanmasına engel değil. Özellikle döviz kurunun bu denli arttığı ve sonun tahmin edilemediği bir dönemde bu ölçekte işlere devam etmek bu takımların bekası adına büyük bir soru işareti…?

Batuhan GÜNDÜZ

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir