Sıcak yaz günlerinden birine uyanmıştım. Bütün gecelerimi fifa oynayarak geçirdiğim için gözlerimi standardın biraz daha üzerinde bir saate açıyordum. Başta büyük homurdanmalar olsa da ev halkı da zaman içinde bu tutkuma yenik düşmüştü. Genel olarak futbolun türevleri etrafında bir hayat yaşasam da o gün beni rutin dışına çıkaracak önemli bir etkinliğim vardı. Şehrimizin müzikle ilgilenen nispeten serseri gençleri kendi çaplarında bir rap organizasyonu düzenliyordu. Kendi çaplarında dememe aldanmanızı istemem, dönemin en ünlü isimleri vardı bu konserde. O dönem rap müzik şu anki sıçramasını yapmamış durumda olduğundan dolayı işinde usta bir çok ismi uygun fiyatlara derme çatma bir düğün salonunda toplama imkânına sahiptiler. Futbol oynamadığım, konuşmadığım veya düşünmediğim zamanlarda mp3 üzerinden sürekli rap müzik dinleyen ben için rutinin dışına çıkmak için daha iyi bir fırsat olamazdı. Bir şekilde bileti buldum — ki birçok kişiye de zorla sattıklarını hatırlıyorum 🙂 — ve konser saatini beklemeye başladım.
Üzerinde herhangi bir kırışıklık olmayan ve son düğmesine kadar iliklenmiş gömleğimle ortama pek uyumlu gözükmesem de bildiklerimle bir süre sonra insanlara aslında bu müziğe ne kadar aşina olduğumu fark ettirmeyi başarmıştım. Konser başladı ve dürüst olmak gerekirse birçok kişinin de konsere gelme sebebi olan Anıl Piyancı sahneye çıktı. Şüphesiz ki gösterdiği müthiş performans, gösterinin ardından dakikalarca adının sayıklanmasına neden oldu ve herkesi kendine hayran bıraktı. Ondan sonra çıkan sanatçılar da benzer seviyede bir performans ortaya koysa da belki sahne kullanımlarından belki de yeteri kadar estetik olmamalarından dolayı onun kadar topluluğu etkileri altına alamadılar. Aslında işin özü, içten içe sebebin kendilerinden önce çıkan sanatçının gölgesinde kalmış olmaları gerçeğini bilmeme rağmen bunun bir yanılgı ve haksızlık olduğunu düşündüm. Bu durum başta biraz canımı sıksa da kabullenmem pek zaman almadı.
O günden seneler geçmesine ve hatırı sayılır düzeyde değişime uğramama rağmen futbol ve rap müzik hala hayatımın başköşesinde yer alıyordu. Artık bu alanlarda tüketilebilecek her şeyi tüketmiş olmamdan ötürü olacak ki (sınıfımın basketbol takımında forma giyme isteğim ve her gün kulağıma çalınan LeBron James isminin de payı olmuş olmalı) basketbol da hayatımın bir köşesinde yerini aldı. Uzun zaman sonra konfor alanımın dışına çıkmış olmamın ve kendimce yeni bir alana adım atmamın verdiği merak duygusu beni tüm günümü NBA dünyasına harcamam konusunda zorluyordu. Dönemler, rekorlar, kurallar, bu oyunda yer etmiş en büyük isimler derken kendimi iyice kaptırdım. Eskiden geçmiş Lyon kadrolarına ( özellikle 07–08 kadrosuna bayılırım) bakarken geçen günlerim artık NBA takımlarının geçmiş kadrolarına bakmakla ve bir takım istatistikler kurcalamakla geçiyordu. Yine bu şekilde geçen günlerden birinde bir isim gözüme takıldı. Jordan döneminde oynamış bu isim, büyük ses getirmesine ve kariyerinde bir şampiyonluk yaşamasına rağmen onun hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyordum. Hatta ismini bile doğru düzgün duymamıştım. Bilgisayarımı açtım ve aramaya başladım. O isim Clyde ‘The Glide’ Drexler’dan başkası değildi…

Öyle tanıştım bu postacı kılıklı(!) adamla. Aradan geçen yıllara rağmen o gün konserde hissettiğim o duygu birden aklımda belirdi. Fakat geçen yıllar içinde bazı konularda tecrübelenmiş olmamdan kaynaklı olacak ki, bu duygunun bende tezahürü daha farklıydı. NBA gibi bir spor organizasyonu olmakla kalmayıp aynı zamanda bir şov dünyası haline gelmiş bir organizasyonda bu oyunu oynamış en büyük ikona karşı mücadele eden kendi halinde ve memur görünümlü bu adamın gölgede kalmasından daha normal bir durum yoktu. Başlangıçta kendisini oynadığı dönemin şanssızlığına yenik düşmüş niceleri gibi değerlendirsem de bu isim hakkında öğrendiklerim arttıkça bir yanılgı içinde olduğumu fark etmeye başladım. Evet Jordan destansı rekabetçiliği ve kurduğu saha içi-dışı dominasyon ile birçoklarını yorgan altında bırakmıştı ama o farklıydı çünkü onun diğerlerinden farklı olarak Majesteleri ile arasında görünmeyen bir bağ, bir kedi-köpek ilişkisi vardı. Belki de kaderleri beraber yazılmıştı…
İLK BULUŞMA
Çocukluğunu geçirdiği ve NBA kariyerinde önemli bir yere sahip olan şehrin takımı Houston Cougars’da geçen başarılı bir senenin ardından şampiyonluk yolunda sezonun kritik maçlarından birini oynuyor Clyde. 1981–82 sezonu F4 mücadelesinin ilk ayağında rakip North Carolina Tar Heels iken karşısında da genç Michael Jordan. Zorlu mücadeleden 68–63 skorla final biletini alan ise yine tahmin ettiğiniz isim… Clyde ikili arasında gerçekleşen ve devamının olacağını bilmediği ilk raunda gülerek başlama şansını kaçırırken, ikili arasındaki kadere ilk ilmek atılmış oldu.

Drexler bu yenilginin arkasında kalmamış olacak ki gelecek yıl kendi konferansında yılın en değerli oyuncusu oldu ve NBA macerasında yeniden yollarının kesişeceği Hakeem ile takımını bu defa finale götürmeyi başardı. Fakat bu defa da NC State engeline takıldı ve yüzü yine gülmedi. Art arda gelen başarısızlıklar üstüne 1983 seçimlerinde Houston Rockets’ın 1. ve 3. sıradan iki adet seçim hakkı olduğunu görünce bunu formasını terletmek istediği takımda bulunmak ve yeni bir başlangıç yapmak için büyük bir şans olarak görmüş olacak ki kimilerine göre erken denilebilecek bir zamanda seçimlere katıldı. Böylelikle gelecek yılın favorisi olarak görüldüğü ve 2 kere kapısından döndüğü NCAA şampiyonluğunu elinin tersiyle itmiş oldu. Houston formasını giymeyi her şeyin önüne koymuştu fakat sanıyorum ki hisleri karşılıklı değildi… Houston ilk sıradan Ralph Sampson’ı seçerken 3. sıradan şuan ismini bile hatırlamadığımız Rodney McCray’i seçti. Bizim platonik oğlan(!) da 14. sıradan Portland Trail Blazers’ın yolunu tuttu.
‘’Üzüldüm, Rockets’ın beni kapacağı düşüncesiyle üniversiteden bir yıl erken ayrıldım. Yapmadıklarında hayal kırıklığına uğradım.’’

Takımın mevcut en skorer oyuncusu ve şutör gardı Jim Paxon’ın arkasına gayet potansiyelli bir seçim yaptığını düşünen Portland gelecek sene olan 1984 seçimlerinde de 2. sıradan bir seçim hakkına sahipti. Geçen sene Drexler’ı kadrosuna katmasıyla takımın kısa rotasyonuna güvenen ekip seçimini bir uzundan yana kullanma düşüncesine girmişti. Bu seçim şüphesiz bu potansiyelli takımı şampiyon yapmak için kullanılmalıydı. Houston’ın 1. sıradan Hakeem’i kadrosuna katmasıyla birlikte “Zaten kadromuzda bir şutör guardımız var” açıklaması yapan Portland seçimini pivot pozisyonunda oynayan Sam Bowie’den yana kullandı ve Majestelerinin Chicago Bulls macerası başlamış oldu… Başta söylediğim gibi ikili arasındaki görünmeyen bağ dolaylı yoldan Jordan’ın yolunu ve belki de NBA’in yolunu çizmişti. Belki de Drexler’ın hayallerindeki formaya genç yaşında kavuştuğu ve Jordan’ın Portland formasını giydiği bir paralel evrende her şey daha farklıdır…Kim bilir?
Aradan uzun yıllar geçti. Artık iki oyuncu da yıldız statüsünü kazanmış ve özdeşleştiği takımlarla şampiyonluk kovalar hale gelmişti. Drexler önderliğinde 89–90 sezonuna mütevazı bir başlangıç yapan Portland ligi 3. sırada bitirdi ve favori olmadığı turlarda rakiplerini eleyerek sürpriz bir biçimde kendini finalde buldu. Diğer konferanstan gelen takımı ise Detroit Pistons — Chicago Bulls eşleşmesinin galibi belirleyecekti. Bu ikilinin arasındaki bağ o dönem Detroit’in üst üste 3. şampiyonluğunu kazanmak için finale çıkmasını engelleyememiş olacak ki kazanan taraf Detroit oldu ve 7 maçlık seride adını finale yazdırdı. Final serisinde Clyde bir kez daha kaybeden taraftaydı. Bad Boys 4–1 gibi net bir skorla üst üste 3. şampiyonluğunu aldı ve kader yine Clyde’a gülmemişti.

Bir sonraki sezon olan 90–91 sezonuna geldiğimizde Clyde önceki sezon bir kez daha kazanmanın kapısından dönmenin acısını yaşarken Jordan kabuğunu parçalamış durumdaydı. Kader ikisini bir daha bir araya getirmek istese de bunu bir sene daha ertelemek zorundaydı. Portland konferans finalinde Lakers’a boyun eğerken Chicago ise rahat şekilde finale çıkıp şampiyonluğunu kazanmıştı. Son iki yılda iki yıldız da birer kere finale çıkmış ancak karşılarında birbirlerini bulamamıştı. Tek fark biri bu finallerden kazanan biri kaybeden olarak ayrıldı… Tıpkı hikâyenin geneli gibi.
Gelecek sezon yani 91–92 sezonunda ise kaderin planları tıkır tıkır işliyordu ( Magic Johnson’un beklenmedik emekliliği de sanırım bunlardan biri). Michael Jordan harika bir sezon geçirerek normal sezon MVP’si olurken Clyde Drexler ise tüm kariyerinde olduğu gibi MVP ödülü sıralamasında da Jordan’ın arkasından 2. sırayı alıyordu. Aynı zamanda ikisi de kendi konferansının ilk sırasındaydı. Finalde karşılaşmamaları için hiçbir sebep yoktu. Playoff başladı ve ikisi de birer birer rakiplerinden kurtuldu. Geçen 2 yılın ardından büyük eşleşme için her şey hazırdı. Larry Bird — Magic Johnson tipi yeni bir rekabet yaratmak isteyen medya bu eşleşmeye yoğun ilgi gösteriyordu. Michael Jordan back-to-back şampiyonluğunu en dişli rakiplerinden birine karşı kazanma fırsatı yakalarken Clyde ise çok daha büyük bir fırsat elde etti… Kazanırsa kendi rüştünü ispatlamakla kalmayıp aynı zamanda makûs talihini yenmiş olacaktı. Nitekim finallerin ilk maçı başladı. Maç başında onun dış şutuna saygı göstermeyen Drexler, Jordan’ı bir hayli geriden, mesafe vererek savunmayı tercih etti. Fakat basketbol gibi bunca değişenin bulunduğu oyunda değişmeyen bir şey vardı… Jordan’ın kazanma ruhu ve ona saygısızlık yapılamayacağı. Geriden savunulduğunu gören Jordan ilk yarıda tam 6 üçlük yolladı ve omuzlarını düşürüp o meşhur ‘The Shrug’ hareketini yaptı. Clyde’ın kariyerinin gidişatını değiştirmek için planlar yaptığı final daha ilk yarıda Jordan’ın mantalitesi altında boğuldu. Serinin devamında da Portland pek fazla varlık gösteremedi ve 6. maç sonunda yüzük sahibini buldu…

‘’ Portland’a karşı tüm o üçlükleri atmadan önceki gece, evinde kart oynuyorduk. Babası ve ben, onu mahvetmiştik. Michael’a karşı elim çok iyiydi. Oynarken dedim ki ‘Michael eve gitmeliyim, senin de eve gitmen lazım yarın maçın var.’ Dedi ki ‘Olmaz’ çünkü Mike çok rekabetçiydi. Kaybettiğinde eve gitmenizi istemezdi’.
‘Sürekli bana dönüyordu. O gece yanıyordu çünkü bana çok borcu vardı ve kızdığı kişi bendim. Bu yüzden acısını ertesi gün Clyde Drexler’dan çıkardı.
— Magic Johnson
Belki de hak ettiği ya da hak ettiğini düşündüğü başarıları ‘onun’ varlığı yüzünden elde edemese de Clyde’ın önemli bir yıldız olduğunun elbette farkında olanlar vardı. 92 yazında özellikle bu günlerde mevcut Amerika kadrosunun başarısızlığı ile sıkça anılan ve tarihin gelmiş geçmiş en iyi kadrosu olarak gösterilen Dream Team kadrosunda yer buldu. Fakat Jordan ile aralarındaki rekabet ‘rüya takım’ idmanlarına da yansımıştı. Jordan onu gözüne kestirmiş olacak ki onu karşısında gördüğü her an trash talk yapsa da asla beklediği karşılığı alamadı. Rüya takım zorlanmadan altın madalyaya ulaşırken Clyde takımının en fazla skor üreten ve dakika alan 4. oyuncusuydu. Turnuva sonrasında biriken moral bozukluğu ve yaşının gittikçe artması sebebiyle performansı iyice düştü. Artık yüzük kazanmak istiyordu. Ondan beklediği verimi alamayacağının farkında olan Portland 94–95 sezonunda kendisini Otis Thorpe karşılığında Houston’a yolladı. Portland havada adeta jilet gibi kayan yıldızını, takımın tarihinde en fazla skor üreten oyuncusu olarak takımdan yolladı…( 2022 de Lillard bu ünvanı kendisinden devraldı.)
Drexler, Houston’a gelip Olajuwon ile görüştükten sonra, “İlk maçı sabırsızlıkla bekliyorum, gerçekten de bekleyemiyorum” dedi. “O ligdeki en iyi oyuncu ve Houston Üniversitesi’nden ayrılıp tekrar birlikte oynamak bizim hayalimizdi.”
Draft seçimlerinde 3. sıradan seçilip giymeyi hayal ettiği formaya 12 yıl sonra kavuştu Clyde. Belki de ilk defa her şey onun için kusursuzdu. Yıllarca ait olmadığı bir yerde mücadelesiyle kendini bulmuş fakat başarıyı bulamamış Clyde bu defa farklı bir yapıdaydı. En mutlu olduğu yerde, sahada oynamaktan en çok keyif aldığı adamla kovalıyordu başarıyı. Görev belliydi geçen sene şampiyonluk yaşamış fakat bu seneye yeterince iddialı girememiş Houston Rockets’ı back-to-back şampiyon yapmak. Sallantılı geçen sezon sonunda Houston ligi 6. sırada bitirdi. İlk turda geri düşmelerine rağmen Utah’ı saf dışı bıraktılar ve ardından da karşılarına Suns ve Spurs geldi. Artık yüzük için geriye tek bir engel kalmıştı… Shaq’lı Orlando. 4 maçlık seri sonunda yüzüğü en çok kazanmak istediği yerde en çok kazanmak istediği adamla kazanmıştı Clyde. Belki de en başından itibaren Houston forması giymesi ya da oynamaktan keyif aldığı adamlarla oynaması gerekiyordu. Aslında düşündüm de onun en başından beri Jordan’ın olmadığı bir ligde oynaması gerekiyordu…

Batuhan GÜNDÜZ